Yapılan düzenlemeleri toplantıda tek tek personellerimle değerlendirdiğimde; tüm bu 11 başlıktan sadece 8 tanesine cevap verebildiğimizi alt başlıklardan ise yalnızca %30 kadarını tamamlayabildiğimizi gördüm. En azından düzenlemelerin bitiş tarihi olan 2013 ocak ayına kadar bu yüzdeyi %60 yapmak istiyordum. Mimari düzenlemeleri yeni yapılacak hastahane projesi nedeniyle askıya alacak olmamıza rağmen hostes hizmet sunumu için hizmet alımını değerlendirmeye açtım. Ayrıca kurum içi eğitimler ve poliklinik hizmetlerinde -özellikle evde bakım hizmetleri noktasında- birşeyler yapma niyetindeydim.
Personellerime söz hakkı verdiğimde mali işlerle uğraşan memurum banka çıktımızı ve bu çalışmalar için müdürlükten ayrılan bütçeyi önüme sundu. Müdürlük tüm hastahane için sadece 750 tl’lik bir bütçe açmıştı. Hastahanenin hesabında ise – bakanlığın halk sağlığı müdürlüğüne yönelik düzenlemeleriyle tüm gelirlerini müdürlüğe devrettiği için – sadece 4500 tl kadar bir para bulunmaktaydı. Zor durumlar ve ani harcamalar için saklanan bu paranın da özürlüler için yapılacak çalışmalarda kullanılması mümkün bile değildi. Verileri gördüğümde acı bir şekilde gülümsedim.
Toplantının geri kalanın nasıl geçtiğini okuyucu olarak sen pek ala tahmin etmişsindir. Ben ise sonraki aşamaları anlatayım: Aile sağlı merkezi doktorlarımızla yaptığımız toplantılar, İl Sağlık Müdürlüğümüzle yapılan değerlendirmeler, diğer ilçelerdeki başhekimlerimizle yüzyüze ya da telefonda görüşmeler, Bakanlıkla yapılan görüş almalar…
Müdürlük, genel sekereterlik düzenlemesiyle yapılan değişim ve görev dağılımındaki kargaşa ile uğraşmaktaydı. Özürlüler hakkında çalışma gündem olarak ilk sıralarında değildi, ne yazıkki. Diğer başhekimlerimiz de benimle aynı kafa karışıklığını yaşamaktaydı. Pek çoğu yoğun nöbet, poliklinik ve günlük başhekimlik angaryaları arasında boğulmuştu; bir kısmı ise süreçten, gönderilen rapordan tamamen habersizdi. Bakanlık ise çalışmalar için bunlara hala başlamadınız mı diye soruyor ve samimi bir şaşkınlık yaşıyordu. Onların şaşırmalarına ben de çok şaşırmıştım.
Tüm bunların sonunda özürlülerin, hali hazırdaki dertlerimin en büyüğü olmadığına kanaat etmiş yaptığım üç beş düzenlemeden sonra raporu arşive kaldırmıştım.
Gündemime tekrar özürlülerin düşmesi ise kaymakam bey ile yaptığımız bir aile ziyaretiyle olmuştu. İlçenin yolu kötü köylerinden birindeki muhtar kendi evine davet ediyordu, bizleri. Granülamatöz Dermatit hastası olan ve ağır bir şekilde geçiren kızının özürlü maaşı alıp alamayacağını, sağlık hizmetleri noktasında devlet desteği (evde bakım ve diğer sağlık hizmetleri noktasında) istiyordu.
Genel yapı olarak duygusal olan karadenizli kaymakamımız beni de yanına aldığı gibi 40 dakika süren bir yolculuğa çıkardı. Köyün yolları gerçek anlamda kötüydü. Medeniyetten (İlçe merkezi bana medeniyet olarak gözükmeye başlamıştı) bu kadar uzakta bir yaşamın olmasını bir türlü mantığım kabul edemiyordu.
Kerpiçten evler ve çorak topraklarla sarılı köye doğru gittik. Sakin, büyükçe bir anadolu köyüydü. Camii’de olmadığı için cemevi dahil hepsi birbirine benzeyen evlerin arasından geçerek muhtarın evine vardık. Yolda koşuşan tavuklar, garip garip bakan topraklar içerisindeki köy çocuklarıyla ‘tam filmlerdeki gibi’ diye hissediyordum. Çay ve köy kahvaltısıyla güzelce ağırlandık. Karnımız doyunca muhtarın kızı geldi; genel muayenesini yaptım. ‘İstanbul’da yaptırdığı tahlilere ve epikrizine baktım.
Ben evrakları incelerken muhtar ne kadar zor durumda olduklarından ve devletin yardım elini uzatması gerektiğinden bahsetmeye devam ediyordu. Kaymakam bey sakince dinledi, ben evrakları değerlerendirinceye kadar muhtarla konuşmaya devam etti.
Yürüme ve benzeri engeli olmayan ama vücudunda geçmeyen yaraları olan bu kızcağıza İstanbul’daki uzman hekimler %30 maluliyet demişti. Fakat devletin maddi desteği (maaş bağlanması) %60’da başlıyordu. Yakınlarının da bakım ücreti/desteği alması için ise %80 malüliyet sınırı mevcuttu. İşte sevgili muhtarımız da başhekim ve kaymakam desteği ile bu rakamı %80’e çıkarabilme umudundaydı..
Kaymakam bey benim okumalarım ve muayenemin bitmesini bekledikten sonra “Doktorum gereken bilgiyi aldın mi?” diye sordu. “Evet.” Cevabıma, “Yolda konuşuruz o zaman.” diyerek muhtardan müsade istedi. Evden çıktık. Araca doğru ilerlerken köyden başka biri “Kaymakam bey, hocam; burada bir yaşlı teyze var bir de ona baksanız.” diye rica etti. Kaymakam bey belli belirsiz gülümseyerek omzuma vurdu: Hadi bir de teyzeye bakalım doktorum. Eve doğru yola koyulduk.
Eğimli bir yere kurulu olan köyün ortalarında diğer evlerden biraz daha bimar bir eve geldik. Tahta merdivenlerle üst kata çıktığımızda, her an kırılacakmış gibi hissediyordum. İçi daha da loş olan eve girdik; soldaki ilk kapıyı açtılar bize. Odaya geçtik. Eski püskü ama düzenli bir odada kapının tam karşısında bir bazaya yarı oturmuş yarı uzanan bir teyze ve yanındaki koltuklarda kızları olduğunu tahmin ettiğim kimseler vardı. Öne geçip “Nasılsın teyzecim?” diye teyzenin yanına gittim. Daha önce geçirilmiş bypass ameliyatları olan; diyabet, tansiyon ve benzeri nedenlerle ilaç kullanan teyzemiz osteoartroza bağladığım yürüme kaybından muzdaripti.
Herhangi bir devlet yardımından azade, çocuklarının merhametine kalmıştı. En son doktor yüzü görmesinin üzerinden 2 sene geçmişti. İlaçlarını ise çocukları merkeze geldikçe yazdırıyordu. Eklem ağrılarından dolayı 3 farklı ağrı kesici alan ama yine de fayda görmeyen, dahası buna bağlı gastrit oluşmuş bir teyzeydi. Çocukları ise ezcaneden Talcid almış ve teyzenin mide rahatsızlıklarını bu şekilde azaltmaya çalışmışlardı. Herhangi bir proton pompa inhibitörünü hiç kullanmamıştı bile.
Göz yaşları içerisinde şikayetlerini anlatırken boğazıma oturan düğümü hala hissetmekteyim. Gerekli değerlendirmeleri yapıp bir an önce çıktık. Öğlen yetişilmesi gereken bir toplantı vardı çünkü. Yolda Kaymakam Bey şakayla karışık kızgın bir şekilde “Muhtarın çakallığı hiç olmazsa teyzeye yaradı, kader ne garip bir şey.” dediğinde sadece sessizce onaylayabilmiştim.
Teyzenin etkisinde hastahaneye geri döndüm. Garip bir his tüm vücudumu sarmıştı, kötü hissediyordum kendimi; bir başhekim olarak sorumluluğum altındaki bir köyde benim ulaşamadığım biri vardı. Pek çok muayeneye gelen gereksiz hastadan daha çok doktor desteğine ihtiyacı vardı.
Yapılacak şeylerin olup olmadığı noktasında okumalarıma tekrar başladım. Rafa kaldırdığım raporu arşivden tekrar çıkarttırdım. Bu sefer bu işin sürecini, yani kamu kuruluşlarında özürlü algısının oluşum süreci benim odak noktamdı. Belki bu süreç içerisindeki gelişmeleri görürsem hem gayeyi daha iyi anlayacak hem de hali hazırdaki durumda neler yapabileceğime dair daha ufuklu bir bakış açısına sahip olacaktım. Bu gibi düşüncelerle dünya ve Türkiye’deki özürlülük algısını, gelişimini değerlendirmeye başladım: