
Yıllar sonra bozulan diyetim ve aldığım kilolar nedeniyle kan şekerimin yükselmesi ve bununla mücadelemi paylaşmak istediğim yazılardır. Bunu özellikle benzer sorunları yaşayan diyabetlilere yalnız olmadıklarını anlatmak için paylaşmak istiyorum.
Diyabet günlükleri yazmaya başladığımda günün birinde COVID aşısına değinip değinmeyeceğimden hiç emin değildim. Hatta dürüst olmak gerekirse bu konuya girmemek için uzattım da uzattım. Çünkü bu yazı dizisinde hep yıllarca bildiğim, defalarca tecrübe ettiğim şeylere odaklanmak istedim.
COVID hale taze bir konu. Bildiklerimiz, bilmediklerimizin yanında az ve tecrübemiz çok daha az. 2 yıldır bir çok güzel gelişmeler yaşamış olsak da günün sonunda cevaplanmamış sorularımız 2 sene öncesinden daha da az değil. Brezilya, İngiltere varyantları çıktı mesela.. Aşıların uzun dönemli etkilerini bilmiyoruz. Covid geçiren insanların tırnaklarının ultraviyole ışın altında niye mor gözüktüğünü bilmiyoruz. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyoruz. Covid’in uzun dönemli etkisinin ne olacağını bilmiyoruz. Bilmiyoruz da bilmiyoruz…
Karar verici otoritelerin bu konuda yaşadığı zorlukları çok iyi anlayabiliyorum. Dönemsel hatalar yapılmış olsa bile günün sonunda bu bilinmez labirente bence fena ilerlenmedi. Kara vebanın bütün avrupa, orta doğu nüfusunu yarı yarıya azalttığı dönemlerle kıyaslandığında bugünkü dünyanın çabası takdire değer. Hastalığa karşı alınan koruyucu önlemler ve aktif silahlarımız (ilaç ve aşılar) belki milyarlarca insanın hayatını kurtardı. Ama savaş hala bitmedi.
Yıllar öncesinde yaşadığımız domuz gribi (bu ayrıca staj bitirme projemdi) skandalını bilenler vardır. Skandal diyorum çünkü gerçekten iğrenç bir tezgah ile normalde pandemi olarak tanımlanamayacak bir hastalık dünyadaki en büyük kriz olarak pazarlandı. O dönemde normal grip vakalarını (ki Covid, Domuz gribi ve normal girpte’de başlangıç bulguları benzerdir. Pahalı genetik tahlilleri yapmadan ayıramazsın) Domuz gribi gibi lanse edip aylar öncesinden stoklanmış ilaç ve aşıları çözüm olarak sundular. O kargaşa içerisinde abartılı tablo ve analizlerle şişirilmiş hasta / beklenen hasta sayıları çıkarıldı. Telaşlı hükümetlere milyarca dolarlık ilaç ve aşı satıldı. Sonuçta olanı özetleyeyim; o ilaçlar depolarda çürümeye terk edildi. Bir gazetecinin (Dick Ziggers) de ifadesiyle “21. yüzyılın en büyük medikal skandalı”ydı H1N1 domuz gribi. Meraklısına bir kaç link bırakıyorum aşağıda:
- https://www.allaboutfeed.net/home/h1n1-outbreak-largest-medical-scandal-of-21st-century/
- https://healthcare-in-europe.com/en/news/european-parliament-to-investigate-who-pandemic-scandal.html
- https://www.hurriyet.com.tr/gundem/basbakan-erdogan-dan-bakan-akdag-a-asi-azari-12851720
COVID ilk çıktığında aklıma ilk gelen şey buydu: Domuz gribi! Diğer hekim arkadaşlarımın aksine hep temkinli yaklaştım bu konuya. İlk vakalar çıktığında pandemi söylemleri beni inanılmaz irite ediyordu. Eşimle yaptığımız konuşmalarda bunun atipik bir pnömoni (zatüre) olmadığına nasıl ikna olduğunu sorguluyordum. Bu, böyle bir hastalık var mı yok mu sorgulaması değildi. “Pandemi” diyebilmek adına gerçekten doğru veri toplanıyor muydu? Yoksa domuz gribindeki gibi bir dolandırıcılık mı söz konusuydu. Yoksa:
- Coronavirus ve coronaviridae ailesini Tıp dünyası 1960’dan beri biliyordu. Bu virüsler daha o zamanlardan kısıtlı da olsa insanları hasta ediyordu.
- SARS (Şiddetli Akut Solunum Sendromu) gayet iyi bilinen ölümcül bir hastalıktı.
- Virüslerin mutasyon geçirmesi her an olan bir şeydi ve yüz yıl öncesinde açıkça ispatlanmıştı.
- Anti viral tedavi ve aşılar da ilk kez gördüğümüz bir şey değildi.
Sorum şuydu: Bu gerçekten bir pandemi miydi? Bu kadar alarme olmamız gereken bir şey miydi? Kısaca cevaplamam gerekirse: Geçen aylardaki veriler (Hastalığın Türkiye’deki 3. ayında) bunun pandemi olduğunu net bir şekilde gösterdi. Buradaki gerekçelendirmeler tamamen teknik analizlerden oluştuğu için onunla seni yormayacağım. İnternette bununla alakalı muhteşem makaleler var. Konuyu toparlayayım artık, çünkü bugün biz aşı ve alternatif tıbbı konuşacağız.
Pandemi Ticareti
Hastalık sosyal bir sorun olduğu gibi ayrıca ekonomik bir olgudur da. Hastaların oluşturduğu topluluklar ekonomik bir pazardır. Araştırmalar da bir noktada bu ilaç ve tedavi üreticilerinin pazarda daha büyük pay alması için yapılır. Daha yüksek etkinliği olan ve daha güvenilir olan ilacın sahibi firma milyarca dolar kazanır. Pandemiler de bu firmalar için inanılmaz fırsatlardır. O yüzden Covid pandemi olarak netlik kazanmaya başlandığı ilk günden (hatta öncesinden itibaren) tüm firmalar ciddi bir yarışa girdiler. Bu yarışta en etkin ve en güvenilir ilacı ilk çıkaran firma pazarın aslan payını kapacaktı. Gördüğüm kadarıyla bu yarışı Biontech-Pfizer ortaklığı kazanmış gibi duruyor.
AstraZeneca grubu çok öncesinde ilacı pazara sürmüş olsa bile etkinlik anlamında geride kaldığı için çok bir şey yapamadı. Bizim yerli aşımız da eğer muhteşem bir etkinlik gösteremezse (laboratuar bulguları bu yönde gözüküyor) bu pazarda yetim çocuk muamelesi görmeye mahkum olacak. Çünkü geç kaldı. Ama diyabetli bir birey olarak bu benim için magazin haberlerinden daha önemli bir bilgi değil. Sadece Halk Sağlığı Uzmanı kimliğim açısından değerli
Diyabetli biri olarak benim için önemli olan şeyler şu:
- COVID benim için ne kadar tehlikeli bir hastalık?
- COVID aşısı olmalı mıyım?
- Olacaksam eğer, hangi COVID aşısı benim için daha doğru bir seçenek?
Gel biz bu soruları, yukarıda anlattığım bilgiler eşliğinde inceleyelim. Tabii ki her zamanki gibi kanıtlara dayanarak.
COVID ve Diyabet
Pandemi çıktığı günden beri tüm medikal otörler kendi uzmanlık alanlarında COVID’in etkilerini incelemeye ve çıkan vakaları analiz etmeye başladılar. Özetle şunu buldular:
- Genç de olsan diyabetli birey COVID’den daha çok etkileniyordu. Daha kötü komplikasyonlarla karşılaşıyordu.
- Diyabetli bireylerin COVID hastalığına yakalandıktan sonra ölüm riski çok daha fazlaydı.
- Tip 1 diyabetliler hakkında kanıtlar daha zayıf olmakla birlikte özellikle Tip 2 diyabet hastaları yüksek riskli gruptaydı. (Her iki grup da teknik olarak yüksek riskli kabul edildi)
- Diyabet nedeniyle bozulan kan damarları her şeyi çok daha fazla kötüleştiriyordu.
- Özellikle Tip 1 hastalar, diyabetik keto asidoz denen koma öncesi bir durumu çok daha sık yaşıyorlardı.
Kısaca COVID bizim için kötü bir haberdi. Pandemiye ikna olduğum ilk günden itibaren sosyal izolasyonumu o kadar çok arttırdım ki, dışarı çıkmayı bırakın evimin bahçesine bile kimse yokken indim. Eşim COVID hastalarına bakmaya başladığında odalarımızı ayırdım. Aklıma gelen her türlü önlemi (aşı dışında) aldım. Çevreme de tavsiye ettim.
Olmak ya da Olmamak! İşte Bütün Mesele Bu!
Özellikle ilk Sinovac aşısı geldiğinde inanılmaz bir şüpheyle yaklaşmıştım. Yukarıda anlattıklarımdan niyesini anlayabilirsin. Hatta eşim aşı olduğunda ben olmamıştım. Çünkü veriler beni ikna etmek için yeterli değildi. Zaten bedenim diyabet nedeniyle hassastı. Evden çıkmadan çalışabiliyordum. Bulaşma riskini minimalize etmiştim. Aşının yan etki riskini almamak en mantıklı karardı benim için.
O dönemde görüştüğüm insanlara da kendi fikrimi söylüyordum. Ama herkes evden çalışma ayrıcalığına sahip değildi. “Sence aşı olalım mı?” diyen bu arkadaşlarıma “Riski bilerek olun, çünkü olmadığınızda daha da büyük bir risk altındasınız” cevabını veriyordum. Eğer ben de evde çalışmıyor olsaydım o riski alarak aşı olurdum. Ki aylar sonra (geçen hafta) ilk doz Sinovac aşımı oldum. Hatta şiddetli kas ağrılarım nedeniyle haftalık blog yazımı paylaşamadım.
Sinovac aşısını tercih etmemin sebebini de seninle paylaşmak istiyorum. Geçmiş dönemde yapıldığım aşılarda şiddetli kas ağrısı, ateş gibi yan etkileri yaşadım hep. Aşıları incelediğim bu aylar içindede yan etkileri nedeniyle Biontech aşısı beni korkuttu. O yüzden yan etki anlamında daha güvenli ama etki anlamında daha zayıf olan Sinovac’ı tercih ettim. Buna rağmen 3 gün boyunca şiddetli kas ağrıları ve orta derecede ateşle uğraştım. Senin için de aslında mesele bu: Olmak ya da olmamak!
Hayat ilginç bir ironiler zinciri. Çünkü İngiltere’de de ilk biontech aşısını olan kişilerden birinin adı William Shakespeare’di. 81 yaşındaki bu cesur adam benden çok daha az bir bilgiye sahip olunan dönemde gitti ve aşısını oldu. Yaklaşık 5 ay sonrada vefat etti. Ölüm sebebi aşıyla ilişkilendirilmemiş olsa da istatistiksel analizlerde eksi tarafa bir sayı olarak eklendi. Daha sonra yazılacak makalelerde de hep bu sonucuyla değerlendirileceğinden eminim. Bize yol gösterdiği için kendisini hep minnetle hatırlayacağım.
Aşı Karşıtlığı
Tıbbi tedavilerin büyük çoğunluğu şifa vermezler. Daha doğru bir ifadeyle hastalığı bir daha geri dönmemek üzere iyileştirmezler. İnsülin’de ve diğer diyabet tabletlerinde olduğu gibi tedaviyi aldığında şifa bulmazsın. Hastalık yok olmaz sadece tedavi olursun. Normalde insülinin keşfi öncesinde 2-3 yıl içinde ölen diyabet hastaları şimdi 90’lı yaşları görebilir. Ama bu hergün insülin iğnesi yapmak ile olur. Diyetle olur. Hayatı sağlıklı bir insandan hep farklı yaşar diyabetliler. Diğer kronik hastalar için de böyledir.
Kalp ilaçlarını aldığı için hastanın kalbi sağlıklı bir hale gelmez. Kalpleri o tedavi ile iyileşir ve normal hayatlarına (kalbinin yettiği ölçüde) devam ederler. Hatta cerrahide bile bize ilk öğretilen şey şudur: Cerrah hastayı iyileştirmez. İyileşme sürecini aksatan yerleri çıkarır, büyük yaraları (damarları) diker veya nakildeki gibi eksik organı ekler ve (aksi durumda ölecek olan) vücudun hayatta kalma şansını arttırır. Misal apandisit; ameliyat sonrası yeni bir apandis sahibi olmazsın. Apandis’in alındığında, iltihabın karnına yayılıp seni öldürmesi engellenmiş olur sadece. Aşılarda da durum buna benzer.
Bir kaç aşı dışında hiç bir aşı seni mutlak olarak korumaz. Zaten etkili Covid aşılarında %90 etkinlik gibi bir ifade görürsün. İşte bu o kalan %10’luk grubun korunmadığını, Covid geçirdiğini, aşının işe yaramadığını gösterir. İşini iyi yapan bir hekim senin şanslı grupta olma ihtimalini göz önüne alarak seni tedavi eder, aşılar. Tedavi öncesinde seni değerlendirir ve vücuduna girecek olan bu yabancı maddeyi (tedaviyi) verdiğinde olabilecek riskleri kafasında hesaplar. Faydası yüksekse sana bu tedaviyi verir. Zararı yüksekse başka yolları inceler.
Tedavi işe yarasa bile (kronik hastalıların ilaçlarında olduğu gibi) hastaya mutlak bir şifa sağlayacağı anlamına gelmeyebilir. Bu durum yüz yıllarca gelişen tıp’ın hala alması gereken daha çok yolunun olduğunun acımasız bir göstergesidir sadece. İşin güzel yanı her geçen gün daha iyi tedavi seçenekleri bulunur; her geçen gün o nihai noktaya bir adım daha yaklaşırız.
Aşı ve “modern tıp” karşıtlarının haklı olarak eleştirdiği yerdir burası: %100 şifa’nın henüz bulunmamış olması. Bence yanıldıkları nokta ise ellerinde daha iyi bir alternatifin olmadığına dair körlükleri. Aşı gibi toplumu etkileyen konularda kendi bataklıklarına diğer insanları da çekmeye çalışmaları da aşı karşıtlarının ellerini kana bulaşmasına neden olur.
Medikal Pazarı Okumak
Yukarıda dediğim gibi hastalık ekonomik bir entite ne yazık ki. Modern tıp içindeki skandalları hiç bir şekilde aklamıyorum. Yüz yıl öncesinden beri tıp tarihinde pek çok rezalete şahit olduk. Ekonomik bir pazar olduğu müddetçe daha pek çok şey göreceğiz. Her zaman hırslı ve ahlaksız birileri hastalar üzerinden daha çok para kazanmaya çalışacak. Hekim ve birey olarak buna herzaman hazırlıklıyım. Seni de dikkatli olmaya çağırıyorum.
Modern tıpın rezaletlerinin daha da kötüsünü son 10 yılda geleneksel, fonksiyonel, nebevi, tamamlayıcı tıp’ta şahit oldum. Bunların herbiri bu medikal pazar içerisinde markalaşan ve kendi hedef kitlesini oluşturmaya çalışan ticari bir varlık. Temelde hepsi (modern tıp da) ayını şifa ticaretinin bir parçası. Değişen, farklı pazarlama teknikleriyle kendi müşterilerine ulaşmaya çalışmaları. Günümüz koşullarında aslında gayet de makul bir hareket bu. Her grubun bir diğerini eleştirmesi de bu doğal sürecin bir parçası. Burada beni rahatsız eden şey bu tıp disiplinlerinin, vaat ettikleri ve eleştirdikleri şeylerin arkasını nasıl doldurdukları.
Modern tıp, dünyadaki pek çok araştırmacının birbirinden bağımsız çalışmalarını özümseyerek ilerler. Manipüle edilen çalışmalar da konu hakkında yapılan başka bağımsız çalışmalarla kısa zamanda elenir. Tecrübeler genel olarak açık ve şeffaftır. Rekabet eden entitelerin sayısı fazla olduğu için ilginç bir denge vardır. Yasal otoriteler de her daim demir ellerini bu ticari grupların üzerinde tutarlar. Yapılan yanlışlar 10 yıllarca sürmez. Yeni yetişen hekim/sağlık çalışanları da her türlü bilgiye özgürce ulaşabilir (kendi ilgi ve isteği ölçüsünde). Var olan gelişmelerin üzerine sürekli yenisi eklendiği için bu yolun yolcuları genelde eski hatalarında ısrarcı olmaz. Çok tipik bir örnek vardır bu konuda kısaca bahsetmek istiyorum.
Yüksek tansiyon ile alaklı 1940’larda modern tıp’ın genel kanaati şu şekildeydi: “Bir hekimin hastasına yapabileceği en büyük kötülük tansiyonunu düşürmektir.” Günümüzdeki tedaviler tamamen tersini yapıyor. Bu iddianın yanlış olduğunu modern tıp öğrenerek yoluna devam etti. Bugünde doğru bildiğimiz bazı şeylerin yarın yanlış olduğunu görebiliriz. Bu tıpın / bilimsel gelişimin doğal bir süreci.
Geleneksel, tamamlayıcı ve nebevi tıp oluşumları ise çok ilginç bir disipline sahip. 900’lü yıllarda insanın dört sıvıdan oluştuğu inancı gibi yanlış olduğu ispatlanmış eski tıbbi doktorinlere dayanır bu disiplinler. Doğal olarak geçen 10 asırda herhangi bir kişi kara safrayı (dört sıvıdan biri olan) gösteremiştir.
Rönesans döneminde bu teorilerin tamamı o zamanın hekimleri tarafından incelendi ve günlük tedavide kullanıldı. Fakat bilimsel gelişmenin doğasında olduğu gibi bu süreçte karşılaşılan tüm yanlış bilgileri eleyerek doğru bulduklarıyla yola devam ettiler. Zaten bu doğrular işte bugün modern tıp olarak tanımlanır. Ama günümüzden 500 yıl önce yanlış olduğu ispatlanan bu bilgiler “kadim tıp” adında tekrar ortaya çıktı. Yanlış anlaşılmasını istemem oradaki bilgilerin günümüz bakış açısıyla tekrardan incelenmesi herkese fayda sağlar. Buradaki sıkıntı yanlış ve zararlı olduğu bilinen şeylerin “kadim gelenek”, “bütüncül yaklaşım” adı altında hastalara uygulanması.
Bu tıp disiplinindeki bilgiler tamamen o dönemin çevirileri ve onların güncel varyasyonlarından gelir. Yapılan tedavilerin sonucunu inceleyen bir mekanizma yoktur. Hazırlanan ilaçların etkinliği, hazırlanma koşulları sağlık otoriteleri tarafından takip edilemez. Çünkü hepsi tarım bakanlığı onaylıdır. Doğal olduğu idda edilen gıda takviyeleridir bunlar çoğunlukla. Akademik anlamda bu camianın tüm makaleleri çeviriler ve uzman görüşüne dayanır. Akupuntur gibi global uygulanan tedavilerin bile hasta tecrübelerini içeren çalışma sayısı 40 – 50’yi geçmez. Kıyaslamak adına; aspirin (modern tıpın bir ürünü, akupunkturdan 2000 yıl kadar sonra bulundu) hakkında hasta tecrübesi içeren çalışma sayısı 20.000’lerdedir. 5 – 10 yıllık modern bir ilaca ait 1000 civarı çalışmaya rastlarken 10 asırlık bu tedaviler ile ilgili hasta tecrübelerini açıkça anlatan çalışma sayısı 100’ü geçmez. Bu çalışmaların hiçbiri de tedavinin şifa verdiğini net olarak ispatlamaz.
Bugün diyabetli bir birey olarak karşına çıkabilecek en büyük kötülüğün geleneksel tıp ile uğraşan birisi olduğuna inancım tam. Niye mi? Kısaca anlatayım. Hacamat, açlık ve bitkisel kürler ile seni tedavi edecek bu sağlıkçı sana özel bir tedavi hazırlayacağını söyler. Bütüncül yaklaşacaktır. Başvurduğu kitapların tamamı 900’lü yıllara ve (nebevi tıbbıyla uğraşıyorsa) hadislere dayanır. Bu kitapların yazıldığı dönemde diyabet tanısı, tip 1 ve tip 2 arasında bir farkın bilinip bilinmediğini kendisi de bilmez çoğunlukla.
En azından haberinin olması için söyleyeyim o zamanlar diyabet biliniyordu. Tabii ki Tip 1, Tip 2 nedir insülin ne işe yarar bilmezlerdi. İdrarın tadına bakılarak diyabet tanısı konulurdu. Tedavi için de idrarla kaybettiğin şekeri ağızdan vermeye çalışırlardı dönemin sağlıkçıları. Bol miktarda şerbet içerdin. Kötü kanın böbrekleri bozduğunu düşündükleri için de hacamat ile o kötü kan alırlardı belli aralıklarla. Açlık noktasında açıkçası net bir bilgim olmadığı için ona değinemiyorum. Amaçları neydi ben de merak ediyorum.
Daha önceki yazılarımdan tahmin edersin ama gel bu tedavinin sendeki asıl etkisini inceleyelim. Öncelikle şerbet meselesine bakalım. Zaten kan şekerin tavanda. Aldığın bu şerbetler kanındaki bu şekeri daha da arttırarak damar hasarını hızlandırır. Diğer gıda takviyesi doğal tedaviler , daha önceki yazılarımda söylediğim gibi, kan şekerine hiç bir fayda vermez. Aksine karaciğer ve böbreğini yorar. Hacamat.. Vücudun zaten zor iyileşiyor. Açılan bu yaralar ve hacamatın vakumlama etkisi ile hem damarın hem de derinin yüzeyini daha da kötüleşir. İyi olacağın varsa da, kötüleşirsin. Hele bir de steril bir ortamda yapılmazsa kaptığın mikroplar da işin cabası.
Son olarak fonksiyonel tıp hakkında bir kaç cümle söylerek konuyu kapatmak istiyorum. Bu yeni(den) ortaya çıkan akımlar arasında belki mantığıma en yakın olanı fonksiyonel tıp. Buradaki bütüncül yaklaşım aslında modern tıp uygulamasındaki bir çok soruna cevap olarak geliştirilmiş. Fakat an itibariyle kendini tam olarak tanımlayamamış bir alan. Açıkta olan çok fazla soru var. Uygulayıcılarının bir kısmı da geleneksel tıp yaklaşımını buna adapte etmiş durumda. Kişisel olarak bu aşamada diyabetli birine gıda takviyesi öneren herhangi bir sağlıkçıdan kaçarak uzaklaşırım. Ki Türkiye’de diyabet tedavisi düzenleyebilecek fonksiyonel tıp uzmanı nerdeyse hiç yok. Aile hekimi ve pratisyen hekimlik geçmişi olan fonksiyonel tıp uzmanına kendi tedavimi planlamasında net bir şekilde güvenmiyorum. Dahiliye uzmanı hatta daha iyisi endokrin uzmanı ise belki vakit ayırıp görüşebilirim. Bana yapmayı planladığı tedaviyi güçlü bir şekilde ispatlaması gerek yine de.
Umut tacirliği çok rahatsız olduğum bir konu. Günümüz sağlık pazarında da bunlarla sıkça karşılacaksın. Seninle muhattap olan bu kişiyi çok iyi değerlendirmelisin. Diyabet bilgisine güvendiğin kişilere danışmalısın. Çevrendeki insanların tamamı (eğer özel olarak diyabet eğitimi almadıysa) bu işin cahili. Günün sonunda tedavi olmak ya da olmamak, hangi tedaviyi olmak senin kontrolünde. İyi düşün, bolca oku! Daha da önemlisi sakın unutma, yanız değilsin!