Hoş geldin Diyabet!

park (1)Diyabetin hayatıma ansızın girmesinin hikayesidir.

Aylardan bir mayıs ayıydı. Bir pazar günü, tuttuğum son acil nöbetindeydim. Hasta yoğunluğunun az olduğu bir nöbet. Tüm gün çay ve muhabbet ile geçmiş, akşam yemeğine geçmeye hazırlanıyoruz.

Son bir kaç haftadır ağzımdaki metalik tattan dolayı o gün belki 30. bardak suyu içişim… Doğal olarak tuvalete o gün belki 12. gidişim belki 13., hatırlayamıyorum. Yemekhane olarak kullandığımız hastanenin kafeteryasına giderken hemşire hanımlar baklayı ağızlarından çıkardılar: Hocam bugün çok su içmediniz mi?

“Sanırım… Evet galiba!” diye ağzımda bir şeyler gevelemiştim. Aslında son iki haftadır çok fazla su içtiğimi adım gibi biliyordum. Eşim de defalarca uyarmıştı beni. Ama başkalarının da fark etmesi utandırıcı bir şey olmuştu benim için. Suç üstü yakalanmış bir hırsız gibi hissetmiştim kendimi. “Sanırım bu hafta biraz nargileyi fazla kaçırdım ağzım sürekli kuruyor.” diye kendimin bile inanmadığı bir bahane ürettim.

Halbuki gayet gürültü bir şekilde geliyordu bana gelen o şey. Rutin yaptığım şeylerin buna sebep olmadığını adım gibi bilsem de kendime kötü bir şey kondurmak! Asla! Asla! Daha yaşım kaçtı Allah’ını seversen! Asla!

Önce gece susadığım için kalkmaya başladığımı fark etmiştim. Sonra bunu hiç bitmeyen tuvalet ziyaretleri takip etmişti. Öyle böyle 2 hafta geçmişti. Evde haftalık zor bitirdiğimiz 19 litrelik damacana su 2 günde bir bitiyordu. Fakat itiraf etmeliyim ki su içmek hiç bir zaman bu kadar zevkli olmamıştı benim için. Kana kana içiyordum meredi. Soğuk bir şarabı, tüm tadını alarak yudumlar gibi.

Son haftaya geldiğimde ise renklerin birbirine karıştığını fark etmeye başladım. 0.75 derece miyop olan gözlerimin derecesi artmıştı sanki. Yolda tabelaları zaten okuyamıyordum ama son bir haftada haber başlıklarını bile okuyamamaya başlamıştım. Özellikle geceleri ayrı bir işkence oluyordu. Vampir gibi gece açılan ışığa karşı duyarlılığım da artmıştı.

Tüm bunlardan daha da kötüsü gittikçe kötüleşiyordu durumum. Elim ayağım tutuyordu belki ama gün içinde baygınlık hislerim olmaya başlamıştı ve akşam yemeğinden sonra resmen vücudum dökülüyordu.

Her şeye rağmen salak gibi nöbete gitmiştim ve şimdi hemşirelerle birlikte akşam yemeği yiyordum. Beni boş bırakmaya hiç niyetleri yoktu. Yemekten sonra zorlamalarıyla kan şekerime bakmalarına izin verdim. Aletin sonucuna baktıklarındaki şaşkınlıkları hala gözüme geliyor. Makinede high yazıyordu. Basit bir şeker aleti kullandıkları için alet 450’nin üzerini ölçememişti. Hemen daha iyi bir aleti almaya koştu hemşirelerden biri. Diğerleri ise “Hocam nasılsınız? Nasıl hissediyorsunuz?” diye darlamaya başlamışlardı bile çoktan.

Gelen alet ile tekrardan ölçtüklerinde kan şekerim 668 gösteriyordu. Daha büyük bir şaşkınlık ve ardından büyük bir telaş. Apar topar hastanenin dahiliye uzmanını çağırdılar. Beni zorla yatırıp bir de biyokimyada incelemek için damardan kan aldılar.

Kısa kesiyorum buraları. Yaklaşık 2 saat sonra hastaneye apar topar gelen eşimi damardan infüzyon ile aldığım insülin ile karşıladım. Serum bitince de ver elini eşimin hastanesine: Marmara Tıp Fakültesi.

Hastanede yattığım 5 gün boyunca ancak günlük 350 ünite insülin ile şekerimi kontrol altına alabilmişlerdi. Karaciğerimde ikinci derece yağlanma, gözümde retina ödemi ve alt üst olmuş biyokimya tahlileriyle hayatıma girmişti sevgili Diyabet.

Yattığım zaman boyunca hem büyük bir suç işlemiş gibi utanmış hem de garip bir boşluğa düşmüştüm. İnsan 30’una yaklaşırken nasıl tip 1 diyabet olabilirdi ki? Hem de ben! Lanetlenmiş gibi hissediyordum kendimi. Eski hayatıma bir an önce dönmek istiyordum. Özellikle bu lanet hastanede hasta olarak bir dakika daha geçirmek istemiyordum. Ama zincirlenmiş bir mahkum gibi tüm hastane prosedürlerine boyun eğiyordum.

Serum takılan koluma yatmamak için sürekli gece tek bir pozisyonda kaskatı bir şekilde yatmaktan omzum, belim, kollarım ağrımaya başlamıştı. Gelen herkesin gözündeki hüzünlü bakış tek tek mızrak gibi içime saplanıyordu. Cenaze bile daha neşeli olabilirdi diye hissediyordum. Yaptıklarından utanan mahkum edasıyla sadece akışa uyum sağlayabiliyordum.

Taburculuk günümde bunları bir daha hissetmemek için ne gerekiyorsa yapacağıma söz vermiştim kendi kendime. Bu söz hiç sevmediğim halde diyetisyene gitmek demekti. Bu söz her gün vücuduma 5 tane iğne sokmak demekti. Bu söz artık bir daha hiç tatlı yememek demekti. Aslında bu diyetisyen ve tatlı muhabbetini başka bir blog yazımda daha detaylı incelemeliyim. Özellikle karbonhidrat sayımının ne kadar hayat kurtarıcı bir şey olduğunu tüm diyabetliler bilmeli. Şimdilik konudan sapmamak adına burayı es geçiyorum.

Hayat sürekli bir ironiler zinciri şeklinde tezahür ediyor. Trajikomiktir ki tıp fakültesinde 4. sınıf öğrencisiyken dahiliye uygulamalarımızdan birine Kubilay hocamız gelmişti. Elinde bir kaç deste boş insülin iğneleriyle.

Bize hastalarımızla empati kurmanın hekimlik adına ne kadar önemli bir şey olduğunu uzunca anlatıp herkese bir iğne vermişti. Uygulamadan geçer not almak için o iğneyi kolumuza ya da karnımıza saplamamız gerekiyordu. Ben ise iğnelere olan fobimden dolayı uygulamadan kalmayı göze alarak kendime bir iğne saplamayı reddetmiştim. Hatta ısrar eden hocamla tartışmış, bana zorla iğne saplamaya çalışan arkadaşlarıma bağırmıştım.

O gün Kubilay hoca pes etmiş belki de beni bir daha görmemek için yine de geçer not vermişti. Düşünsenize iğneden ne kadar korkmuşsam dahiliye gibi zor bir dersten kalmayı bile göze almış ve okulun belki en naif ve en değerli hocasına ters laflar etmiştim. İronisi budur ki bugün bile günlük 3 defa o iğneyi vücuduma hem de hiç kimse zorlamadığı halde saplıyorum.

Hayatıma, tüm kapalı kapıları kırarak giren diyabet şuan benim bir parçam ve durumumdan memnunum. Hatta restoranlarda herkesin bakışı arasında kolumu sıyırıp iğnemi bile yapıyorum. Hiç üşenmeden! Hatta daha da abartarak söylebilirim ki diyabetsiz bir Ömer Şeker düşünemiyorum artık. Sanki beni tamamlayan bir parçaymış gibi.

Sevgili hastalıkdaşım, eğer sen de bu yazıyı okuyorsan korkma ve benim gibi hastalığını sev. Yalnız hiç unutma ki kontrol artık onun elinde, diyabetle cebelleşmeyi bırakıp onunla yaşamayı öğrendiğinde her şey yeni bir normale dönüyor. Bu senin eski alışkanlığından biraz farklı bir şey. Fakat çok çabuk alışabiliyorsun. Eğer karbonhidrat sayımını öğrenmediysen bir an önce git ve öğren. Bu sayede tatlı bile yiyebiliyorsun. İleri de bu konuyu da açıklayan bir yazı yazacağım.

Advertisement

Published by Abdullah Ömer Şeker

Chasing medicine, games and life it self, he who, thinks frequently, writes sometimes but dreams a lot. Determined to exercise one day so he can still play games when he is 75.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

%d bloggers like this: